7 saat önce
- Anasayfaya Dön »
- Sinema »
- Ne İzledim? #33
Yazan : steven_stiffler
12 Eylül 2013 Perşembe
Mezuniyet de gelince geçen ay kendimi üzüme ve sakıza vurdum diyebilirdim. Lakin öyle olmadı, ben filme vurdum. Sonra bir de tatil yaptım. Tatil tecrübelerimi de aktaracağım, bir gezi kalmamıştı blogda yazmadığım. Eksik kalamam, ondan eksik kalamam! Geçen ay müthiş film yardırdım, izlediğim filmler arasında kötü film yoktu. Ağustos benim için yılın en verimli film ayı oldu. The Place Beyond The Pines'ı göklere çıkaracağım, ona göre hazırlıklı olun.
Şu an ben bu yorumu yazarken, bir yerlerde ekmek/su için savaşan
insanlar olduğu gerçeği değişmeyecek. Böyle duygularla izliyorsunuz
filmi...
"Su hayattır, siz bunu bilemezsiniz." diye yakınıyor Daniel. İnsanlığına dahi değer verilmeyenlerin, hayatlarının ve suyun kıymetini bilmesini bu tek cümleyle anlatıyor Tambien La Lluvia. 1 saat 38 dakikalık süresinin çok üstünde mesaj veriyor film. Diyor ki;
- Paranın açamayacağı kapı yoktur.
- Sadece nefes almakla bile yetinen insanlar var.
- Su hayattır, siz bunu bilmezsiniz.
- Globalleşme bla bla bla...
Daha pek çok mesaj sayılabilir. Sömürgeciliğe tokat gibi bir cevap aynı zamanda. Müthişti, etkilendim ve hâla etkisindeyim. Kesinlikle izleyin, düşünün ve bir şeyler yapın.
Filmin son sahnesi en çok etkilendiğim sahne. Spoiler olacağı için LİNK içinde veriyorum.
Yıllar önce de izlediğim kültlüğü tartışılmaz film. Sadece ırkçılığa ve insanlığa değil; Hollywood'a da güzel bir yanıt olmuştur. Şüphesiz ki; Hollywood'dan bu türde çıkabilecek en kaliteli filmlerdendir. Hikayenin ve senaryonun yanında oyuncuların büyüleyici performansları da filmin değerini katlamıştır. Filmde sanki ırkçı olan Derek değil, Edward Norton'dır. Sanki hapishanede tüm o olayları yaşayan Derek değil, yine Edward Norton'dır. Hikayenin gizli kahramanı ise hapishanede Derek'in birlikte çalıştığı siyahi arkadaştır. Film 2 saate sığdırılarak tadında bırakılmış ama bu senaryo 3 saatlik bir filme de dönüşebilir, yine aynı tadı verirdi. Ben de cinayet sahnesine bakamayan, buna rağmen o sahneyi unutamayanlardanım.
Başladığı eğlenceli tempodan uzaklaşmasına rağmen belli bir çizgide kalmayı başarmış, çok da bir neden/sonuç içermeyen; vakit geçirmelik bir hikaye. Biraz Bellflower, biraz Blue Valentine, biraz da Take This Waltz tadı aldım. Müzikleri başarılıydı. Özellikle Mary El'in barda Cruel To Be Kind söylediği sahne Mary El aşkımı depreştirdi.
Müthiş bir motosiklet sahnesiyle başlıyor film. 50 dakikalık bölümü de pek çok duyguyu bir arada barındıran bir şiir gibi sürüp gidiyor. Görüntüler büyüleyici. Blue Valentine, Drive karışımı bir havası var. 50 dakikalık bölüm kesinlikle kusursuz ve 10/10luk. Geriye kalan sürede hem tempo düşüyor, hem hikaye farklılaştırılıp belli bir süreye sığdırılmaya çalışıyor. 2 saat 20 dakikalık süresi yetmemiş, filmden resmen dizi çıkarmış. Senaryoyu çok beğendim. Ryan Gosling diloluğumdan dolayı abartıyorum belki ama ilk 50 dakikalık bölümünde Salih Uçan'ın Orduspor'a attığı aşırtma golden sonra verdiğimi "zevkten ne yapacağımı şaşırmış" tepkimin aynısını verdim. Benim için önemli ve arşivlik bir film olarak kalacaktır. BAŞUCUNA EKLE, FAVORİ LİSTENE EKLE, FAVLA.
Hem aksiyon, hem komedi, hem romantizmi yeterli dozda bulduğum için
oldukça eğlendiğim bir film oldu. Chris Pine ve Tom Hardy çok uyumluydu
da, Reese Witherspoon bu rollere pek gitmiyor bence. Yine de "This is
How We Do It" eşliğinde dans ettiği sahnede sempatiklik sınırlarının
üzerinde bir yerlerdeydi. Klişe bir konu gibi gözükmesine rağmen,
içeriğindeki sahneler yeterli seviyede eğlendiriciydi. Tipik "2 erkek 1
kadına aşık olur" filmlerinden farklı kılan da eğlendiren sahneleriydi. 7
puan versem çok, 6 puan versem az; aralarda bir puanlama diyebilirim.
Yaz kızım; "Haftasonu keyifle izlenebilir."
Kan ve şiddet eksikliğinizi The Cottage ile giderebilirsiniz. Fakat daha eğlenceli bir benzerini izlemek isteyenler olursa; Tucker and Dale'i önerebilirim. Tucker And Dale > The Cottage. 6/10 ile seyirlik-çerezlik.
Önce Brothers...Bir eksiklik var. Bilmiyorum, anlatamam belki ama eksik bir şey var.
Hikaye çok gel-git barındırıyor. Bir bakıyoruz aile dramına dönüşmüş,
bir bakıyoruz Sam'in travmasına. E sorun, ikisinin arasının çok küçük
zaman dilimleri olması. 1 saatlik bölümü keyifli ve seyirlik... Son 45
dakikalık bölümü biraz daha durağan, biraz daha dramatik. Sam nefretlik
karakter. Oyunculuklar tatmin edici derecede iyi. Çocuk oyuncular
müthiş. Ben hikayenin son bölümünü daha farklı tahmin ve hayal etmiştim.
Benim düşündüğüm sonun yanında filmdeki son bence sönük kaldı. E filmin
adı Brothers diye kardeşlerin ilişkisi üzerinden gidelim demişler ama
daha dramatik ve travmatik bir son bölüm şahane olurdu.
"Su hayattır, siz bunu bilemezsiniz." diye yakınıyor Daniel. İnsanlığına dahi değer verilmeyenlerin, hayatlarının ve suyun kıymetini bilmesini bu tek cümleyle anlatıyor Tambien La Lluvia. 1 saat 38 dakikalık süresinin çok üstünde mesaj veriyor film. Diyor ki;
- Paranın açamayacağı kapı yoktur.
- Sadece nefes almakla bile yetinen insanlar var.
- Su hayattır, siz bunu bilmezsiniz.
- Globalleşme bla bla bla...
Daha pek çok mesaj sayılabilir. Sömürgeciliğe tokat gibi bir cevap aynı zamanda. Müthişti, etkilendim ve hâla etkisindeyim. Kesinlikle izleyin, düşünün ve bir şeyler yapın.
Filmin son sahnesi en çok etkilendiğim sahne. Spoiler olacağı için LİNK içinde veriyorum.
Yıllar önce de izlediğim kültlüğü tartışılmaz film. Sadece ırkçılığa ve insanlığa değil; Hollywood'a da güzel bir yanıt olmuştur. Şüphesiz ki; Hollywood'dan bu türde çıkabilecek en kaliteli filmlerdendir. Hikayenin ve senaryonun yanında oyuncuların büyüleyici performansları da filmin değerini katlamıştır. Filmde sanki ırkçı olan Derek değil, Edward Norton'dır. Sanki hapishanede tüm o olayları yaşayan Derek değil, yine Edward Norton'dır. Hikayenin gizli kahramanı ise hapishanede Derek'in birlikte çalıştığı siyahi arkadaştır. Film 2 saate sığdırılarak tadında bırakılmış ama bu senaryo 3 saatlik bir filme de dönüşebilir, yine aynı tadı verirdi. Ben de cinayet sahnesine bakamayan, buna rağmen o sahneyi unutamayanlardanım.
Başladığı eğlenceli tempodan uzaklaşmasına rağmen belli bir çizgide kalmayı başarmış, çok da bir neden/sonuç içermeyen; vakit geçirmelik bir hikaye. Biraz Bellflower, biraz Blue Valentine, biraz da Take This Waltz tadı aldım. Müzikleri başarılıydı. Özellikle Mary El'in barda Cruel To Be Kind söylediği sahne Mary El aşkımı depreştirdi.
Müthiş bir motosiklet sahnesiyle başlıyor film. 50 dakikalık bölümü de pek çok duyguyu bir arada barındıran bir şiir gibi sürüp gidiyor. Görüntüler büyüleyici. Blue Valentine, Drive karışımı bir havası var. 50 dakikalık bölüm kesinlikle kusursuz ve 10/10luk. Geriye kalan sürede hem tempo düşüyor, hem hikaye farklılaştırılıp belli bir süreye sığdırılmaya çalışıyor. 2 saat 20 dakikalık süresi yetmemiş, filmden resmen dizi çıkarmış. Senaryoyu çok beğendim. Ryan Gosling diloluğumdan dolayı abartıyorum belki ama ilk 50 dakikalık bölümünde Salih Uçan'ın Orduspor'a attığı aşırtma golden sonra verdiğimi "zevkten ne yapacağımı şaşırmış" tepkimin aynısını verdim. Benim için önemli ve arşivlik bir film olarak kalacaktır. BAŞUCUNA EKLE, FAVORİ LİSTENE EKLE, FAVLA.
Son dönemde yapılmış en iyi Hollywood komedilerinden. Salma Hayek çok
eğreti dursa da; Kevin James döktürmüş. Hem güldüm, hem eğlendim.
Sıkmayan, üzerinde fazla düşündürmeyen, klişe sahneler de olsa o
sahnelerde gaza getirebilen son derece keyifli bir film. Gülmek,
eğlenmek isteyenler mutlaka izlemeli. Bu arada genel bir tespit; Kevin James kilolu erkekler arasında kızların en sevdiği erkek.
Benim nasıl Steve Carell sevdiğimi dostlar bilir. Steve Carell olmasa
izlemeyeceğim bir film olarak değerlendirir, üstünü çizer geçerdim
belki... Steve Reyiz olunca izlemek farzdı, beklentimin altında kaldı.
Kadro kalitesi çok iyi bu arada, ona değinmezsek olmaz. Seth Rogen,
komedide Steve Carell ile birlikte en sevdiğim isimlerdendir. Yan
karakterler bile ünlü isimler. Hani büyük oyuncular diyemesek de, yüzüne
alışık olduğumuz oyuncular. Hikaye klişe, konu belli-başlı ama
esprileri orijinal bekliyordum.
Skins'ten dolayı şu elemana oldum olası uyuz olurum ama film epeydir
izleme listemdeydi. Beklediğimi buldum dersem yalan olur. Farklı bir
zombi filmi yapalım derken klişeler içerisinde boğulmuşlar. Filmi
kurtarmak için ise; kaliteli şarkılara başvurmuşlar ve haliyle filmin
sahnelerine göre seçilen şarkıları oldukça başarılı buldum. Zombi bile manita yapıyor, biz hâla sap...
İzlerken sıkılmadım ama hareketli bir film olmadığı gerçek. Hikaye
aslında fena değil, tipik filmlerde izlemeye alışık olduğumuz Amerikan
yaşam tarzı aslında; çok da eleştirmeye gerek yok. Ryan Reynolds iyi
oyuncu, eskiden sıradan bir komedi oyuncusu olduğunu düşünürdüm. Bu tür
rollerde de izledikçe, aslında bir adım önde olduğunu görüyoruz.
Oyuncu-Çift eşleştirmeleri oldukça uyumsuz olmuş. Ayrıca oyuncu kadrosu
gerçekten kötü. Vince Vaughn ile Kristen Bell'i ayrı tutuyorum, ikisini
severim. Mesela Jason Bateman ile Kristen Bell'i çift yapmak olmuş mu?
Olmamış. Vince Vaughn ile Malin Akerman eşleşmesi bir nebze kurtarıyor.
Filmde komedi adına pek bir şey yok. Tek güldüğüm sahne, yoga yaparken
gerçekleşen bir diyalogdu. İlişkiler üzerine yapılan, daha çok evli
çiftlere hitap ettiğini düşündüğüm, bayat bir film. Haa filmde doğanın
müthiş güzelliklerini, masmavi okyanusu izlemek insanın içini açıyor
tabi ki.
Kan ve şiddet eksikliğinizi The Cottage ile giderebilirsiniz. Fakat daha eğlenceli bir benzerini izlemek isteyenler olursa; Tucker and Dale'i önerebilirim. Tucker And Dale > The Cottage. 6/10 ile seyirlik-çerezlik.
Çok küfür yiyeceğim biliyorum. Beğenene saygı duyarım ama ben beğenmedim. İzlerken çok sıkıldım. Evde
vakit geçmiyorken yorumlara kanarak bu filmi seçtim, sonra giden vaktime
yandım. Baştan sona sıkıcı bir anlatım mevcut, ki Kore filmlerini
genelde severim. Tatmin etmedi. Belki iyi film ama bana hitap etmediği kesin...
Çok boş bir vaktimde bir solukta izlediğim, eğlenceli bir haftasonu filmi. Adam Sandler ve Rob Schneider ikilisini seviyorum.
Yorum Gönder