Yazan : steven_stiffler 7 Ocak 2012 Cumartesi

Yoğun bir haftanın ardından bugünüm boş ya; oturdum 2011 başından beri izlediğim filmleri saydım. Nasıl olsa hepsini blogda yazıyorum. 117 film izlemişim, fena değil sanki ? Ortalama 3 günde 1 film izlemek demek... 2012 yılında hedefim 118 film. Maksat rekor gelişsin. Bu gereksiz bilgiyi de sizlere ilettiğime göre Aralık 2011'de izlemiş olduğum filmleri not ederek seriyi devam ettirebilirim.

Farklı bir filmle başlayayım, belki merak uyandırır. Bir ara çok fena sarmıştım Güney Kore filmlerine... Ancak uzun bir süredir Güney Kore yapımı bir film izlemiyordum. Adamlar iyi yapıyor, güzel yazıyor da; mimik konusunda çok sıkıntılılar. Olsun, onları da öyle seviyoruz. Kimssi Pyoryugi; borç batağından bunalıp intihar etmeyi düşünen Kim'in (Güney Kore'deki milyonlarca Kim'den birisi) intihar etmeye çalışırken; şehrin içindeki ıssız bir adaya düşmesini konu ediyor. Buraya kadar size çok sıradışı gelmemiş olabilir. Ancak filmi izledikçe Korelilerin sinemaya bakış açısını bir kez daha takdir ettim. Az bütçe ve az oyuncuyla iyi filmler yapıyorlar. Issız adada yaşam mücadelesine alışmaya çalışan çekik gözlü Robinson Crusoe'yla; odasından dışarı çıkmayan, hayatı sadece günün belli saatlerinde fotoğraf makinasıyla pencereden dışarı bakmakla geçen asosyal kızın absürt ilişkisini çok sıradışı bulacaksınız. Fotoğraf makinasında da bir objektif var, sormayın. Zaten kız teknolojinin köpeği olmuş, ondan asosyal bana sorarsanız. Neyse; yine her Kore filminde olduğu gibi mide bulandırıcı birkaç sahne olsa da hem güldürebilen, hem hüzünlendirebilen bu film oldukça izlenebilir olmuş.

"Daha yeni mi izledin lan?" demeyin. The Hangover'ı izlerken eğlenmiş, ancak çok gülmediğimi ve abartılan bir film olduğunu söylediğimde; üzerime adeta yumurta fırlattınız. İkinci film için hiç ilham gelmedi. Nasıl olsa benzer bir hikaye diye düşünüyordum. Derin bir "ancaaaaak" çektikten sonra diyebilirim ki; ilk filmden çok daha iyi olmuş. Hem eğlendim, hem güldüm, hatta yer yer kahkaha attım. Umarım tadında bırakılır da Part III gelmez diyecektim ki; geleceğini öğrendim. Kim bilir, her filmde yarım puan artan derecelendirmem belki Part III'te de devam eder ve 8/10 veririm.

Sıradışı bir film olduğunu, fakat "En İyi Film" oscarı alacak kapasitede olmadığını düşünüyorum. Birbirinden bağımsız hikayeleri birbirine bağlamak ve mesaj vermek için çok kasmışlar gibi geldi bana... Aslında hikayelerin tek tek işlenişi oldukça etkileyici. Bazı sahnelerde müzikler etkileyici. Oyuncu kadrosu oldukça iyi. Mütevazı bir bütçeden bahsedilmiş ama o bütçeyle iyi oyuncular oynatılmış. Irkçılıkla alakalı olduğu söyleniyordu ama sadece ırkçılık konusuyla ele alınmış bir film değil.

Beklentilerimi karşıladı. Gösterimdeyken gidemediğime üzülmüştüm. Aslında Ryan Gosling'ten dolayı iyi bir film izleyeceğimin bilincindeydim. Sadece izlemek için doğru zamanı bekledim, ilham bekledim. Çok eğlenceliydi, kahkaha attıran bir tarzı yok ama gülümseten pek çok sahne mevcut. Emma Stone'u bir türlü sevemedim, çok itici geliyor bana. Hele o lanet ses tonu... Hikayenin sonu şaşırtmasa da; türünün en iyi filmlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Ryan Gosling ve Steve Carell yerine başka oyuncular oynasa 7 puan verirdim. Ancak bu ikilinin olmasından dolayı 8/10 verdim.

Sırf sonunda şaşırtmaca yapalım diye çekilmiş bir gerilim filmi. İzlerken sıkılmadım ama sonunu da beğenmedim. Çok anlaşılabilir bir film olduğunu düşünmüyorum. Vasat diyorum ve 5/10 ile değerlendiriyorum. Emily Browning denen bebe! Bir filmin de güzel olsun be arkadaş!

Bir gece bir duygusalım, bir aşk filmi izleyesim geldi sormayın. Hemen harddisklerimdeki arşivleri karıştırdım. Letters To Juliet'i taa çıktığı zaman indirmiştim. O günden beri arşivde izlenmeyi bekliyordu. Tam aşk filmi izleme modundaydım ya; şans eseri görüp izledim. Bu kararımdan da son derece memnunum. "Sıcak,temiz bir hikaye" derler ya; aynen öyle. İçim ısındı lan, mutluluk doldum. Böyle filmler insanı kısa bir süreli de olsa aşka inandırıyor. Amanda Seyfried'ı bu filmi izleyene kadar güzel bulmazdım. Sıradan bir sarışın gibi gelirdi bana. Ama Letters To Juliet'te gerçekten tatlıydı. Adeta dev bir kedi...  Sevgilisiyle "evde film izleme" olaylarına girecek arkadaşlara tavsiye ederim.

Dünya sinemasında bir Tim Burton gerçeği var. Yönetmeni Tim Burton olmasına rağmen nedense çok yüksek bir beklentim olmadan izlemeye başladım. Bir kapıldım, 2 saat nasıl geçti anlamadım. Gerçek bir başyapıt. Masalsı bir anlatım ve ben böyle filmleri seviyorum. Hüzünle karışık bir mutluluk var filmde... Ewan McGregor'ı pek sevmesem de rolün hakkını vermiş. Helena Bonham Carter'ın rol aldığı kötü bir film zaten izlemedim. Büyüleyiciydi ya ne yazsam bilmiyorum. 9/10 puan verdim ben. Mutlaka herkesin izlemesi gerekir diye düşünüyorum. İzlemezseniz üzülürsünüz. Bak yine hatırladım, yine o tüylerimi diken diken edişi aklıma geldi.


Tozlu Sayfalar

Öne Çıkan Yayın

Verona ile Kasıp Kavurduk - FM 2017

Çoluk çocuk sahibi olacak yaşa geldim ama hala Football Manager geleneğini sürdürmekten büyük keyif alıyorum. Benim için bu geleneklerden...

Takip Ettiklerim

Kategoriler

Yazar Kafe

Translator

- Copyright © Serkan Özerik -